Jenerik İlaç Karmaşası

-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Notları – 123

 

Ömer Madra: Jenerik ilaç üretiminde erteleme, patent meseleleri epeydir gündemde.

 

Hasan Ersel: İlaç firmaları geliştirdikleri ilaçların patent hakkını korumayı net 20 yıl  dolayında tutabilmek için, araştırma geliştirme izni aldıkları tarihten itibaren değil, verileri elde ettikleri tarihten sonra bu sürenin başlamasını kabul ettirmişler.

 

ÖM: Yani test süresini de ilave etmek istiyorlar?

 

HE: Evet, bunu da kabul ettirmişler anladığım kadarıyla. İktisadi açıdan bu nokta önemli. Çünkü bir buluş yapan, o buluş kopya edilemediği sürece o yeniliğin tekelci rantını alır. İktisatta bu konuyu inceleyen Schumpeter gibi kuramcılar, bu tür ek kazançlar insanları yenilikleri yapmaya ve onları piyasaya sürmeye iter diyor. Bu avantajı  korumanın çeşitli yöntemleri var. Akla gelebilecek bir örnek, -kendi merak alanımdan- savaş uçakları ile ilgili teknik yenilik getirildiği zaman, bunu ulusal savunma için de koruyabiliyorsunuz.

 

ÖM: Askeri sır oluyor.

 

HE: Evet, çalmak dışında korunabiliyor. Fakat ticari yaşamda bazı şeyler yapılması gerekebiliyor. İlaçta da böyle bir düzenleme yapılmış. Bu düzenleme uygun mudur, değil midir, o ayrı bir konu. Ama gerekçe bu. Yani bu geliştirme süreci, veri elde etmek süreci çok uzun, 12-15 yıl sürebiliyor deniyor. Bu doğru da olabilir. Örneğin, ABD'de bir ilacın kabulü için çok sayıda sınamayı geçmesi gerekiyor.

 

Türkiye açısından temel sorun zaten bu değil aslında. Türkiye bu konuda gerekli düzenlemeyi yapmayı, yani bu kurala saygı duymayı AB ve Dünya Ticaret Örgütü'ne taahhüt etmiş. Ama deniyor ki "bu taahhütleri vermeden önce" Türk yetkilileri Türkiye'deki ilaç sektörü ile görüşmemiş. Üstelik Türkiye bu taahhütlerine halen uymuyormuş. Eğer böyleyse, ileriye doğru bakınca, AB ile müzakere süreci açısından, önemli sorunlar var. Üç tane sorun görüyorum: Bir kere ilgililerle görüşmeler yapılıp alınacak kararların yarar ve maliyetleri gözden geçirilip hangi koşullarda, ne gibi önlemler alınacağı saptandıktan sonra karar alınmalıydı. Eğer söylenen doğruysa bu yapılmamış.

 

ÖM: Kim açıklayacaktı?

 

HE: Tabii ki bu işi yürüten kamu otoritesidir. Bu otorite  ilaç üreticileri ile konuşacaktı: "Olay nedir? Biz buna imza atsak ne olur? Bu, bu zararlar doğurur. Yararı nedir? Böyle bir karar hemen mi yürürlüğe girsin ya da iki sene sonra mı? Yapılabilecek bir yardım söz konusu mu?" diye tartışması gerekirdi.  İllaki para yardımı yapılsın anlamına gelmez bu. Herkesin tatmin edilmesi de söz konusu değil. Bazen de "çare yok, kusura bakmayın, bu böyle olacak" denir. Bütün bunlardan sonra gidilir imzalanırdı. Ama deniyor ki bu yapılmadı.

 

İkincisi; Türkiye bir şeye imza atıyor, sonra uymuyor. Bu tabii ki karşı tarafta çok rahatsızlık uyandırır. Bir devlet resmen bir şeye imza atıyor, sonra uymuyor. Böyle bir şey olmaz. Doğruysa, bu da çok kötü bir şey. Son bir nokta da işin bir türlü açıklığa kavuşamaması. Saygın insanlar bir şeyler söylüyor. Fakat resmi bir belge göremiyoruz. Oysa devletin arşivinde toplantı ve görüşme tutanakları olmalıydı ve konuya açıklık getirmek üzere bunlar hemen kamuoyuna açıklanmalıydı. Aslını ararsan böyle bir şeye gerek olmadan bu tutanaklar zaten açık olmalıydı, herkes bilmeliydi.

 

ÖM: Askeri uçak ya da füze yapımı gibi değil.

 

HE: Tabii, "Şöyle karar verdik" denilebilmeliydi.

 

ÖM: Bir de konu ilaç, insan sağlığı. Daha önemlisini düşünmek zor.

 

HE: Elbette, son derece önemli bir konu, ama devlet sırrı olabilecek bir konu değil. Sonuçta bu üç koşul sağlanmamış. Bu üç koşul ileride sağlanmazsa biz AB ile müzakereleri götüremeyiz. Yani bir kere içeride ilgilenen herkesin haberdar edilmesi gerekli. Olabildiğince geniş katılımlı toplantılar yapılması, buralarda hangi görüşlerin ortaya çıktığının kayda geçirilmesi gerekli. Kimileri "hayır" diyecek, kimileri "evet" diyecek. Bu görüşler ortaya çıktıktan sonra bir karara varılacak. İkinci olarak tutulamayacak söz verilmeyecek. Nihayet, ne zaman istenirse belgelere dönülebilecek.

 

AB ile müzakere süreci yıllar sürecek bir şey, ileride birisine ihtiyacı olacak. O 31 bölüm var ya, her birisi ile ilgili müzakereler bittiğinde, geçici olarak kapanacağı için ileride tekrar açılacak. İleride, diyelim 5 yıl sonra, açıldı. Ortalıkta aynı insanların olmaması normal. Yeni insanların, aradıklarında daha önceki toplantıların belgelerini bulmaları gerekli. Bakıp "böyle düşünülmüş, böyle düşünüldüğünden şu karara varılmış" diyebilmeleri gerekli. Bu ndenle de bütün yapılanların etraflı bir şekilde kayda geçirilmesi zorunlu. Bu olmadığı takdirde bu işi yürütemeyiz.

 

ÖM: AB ile müzakere aşamasına hızla gelinmişken, en önemli sorunlardan bir tanesi bu müzakerelerin nasıl, ne gibi bir nitelik taşıdığının daha tam kavranamamış olması. Bu üç soruna bir dördüncüsünü de eklemek istiyorum;iklim antlaşmalarında ya da herhangi bir Dünya Ticaret Örgütü toplantısında da olan bir şey, bu patent vs. hakları konusunda kıyametler kopuyor, fikri mülkiyet tartışması dünyanın en önemli şeylerinden biri ve Türkiye'nin bu konuda nasıl tavır aldığı, hangi pozisyonu savunduğu hakkında en ufak bir fikrimiz yok, bu konuyu bilip bilmediğini de bilmiyoruz. Mesela büyük ilaç şirketlerinin son 10 yıl içinde yeni bir buluş yapmadıkları söyleniyor, o yüzden belki de ihtiyaç yok ARGE için ekstra süreye. Bunu bilmiyoruz. Bunun dışında da, başta ABD olmak üzere, Hollanda'nın veya İsviçre'nin, hepsinin patent haklarını önce çaldıklarını, ondan sonra da yasakladıklarını görüyoruz. Yani çok karmaşık bir geçmişi ve geleceği olan bir konu bu. Bu konuda Türkiye'nin uzmanlarının hükümete nasıl bilgi verdiklerini, temsilcilerinin nasıl bir görüş savunduklarını da hiç bilmiyoruz.

 

HE: Doğru, bu da ayrı bir konu. Bir çok olayda, Türkiye'nin uluslararası anlaşmalara hangi gerekçelerle katıldığını hakikaten çıkaramıyoruz. Ben de daha önce bu film, tv yayınları vs. gibi ürünlerin serbestleştirilmesi ile ilgili konuyu açmıştım. Benim bilgim yoktu ama Türkiye'de de böyle bir tartışmayı anımsamıyorum.  Türkiye'nin bir tavrı var herhalde, ama neydi acaba? Çünkü bu konuda ciddi çekişme yaşanmış. Bir tarafta Fransa var, Hindistan'da bu "kültürel bir olaydır, dolayısıyla herhangi bir mal gibi serbestleştirilemez" diyorlar. ABD'nin savunduğu "bunlar ticari maldır, ötekilerle aynı şekilde ele alınmalıdır" görüşü

 

ÖM: Dünyada da kıyamet kopuyor, çünkü, özellikle AIDS gibi, çok büyük, "pandemik" denilen yaygın hastalıklar var. "Ucuz jenerik ilaç olmazsa yaşayamayız" diyor insanlar, buna ticari mal gibi bakamayız deniyor. Büyük bir kavga var.

 

HE: Burada sorunu ikiye ayıralım; bir tanesi bu şekilde uluslararası müzakereleri yürütemeyiz. Bunu AB önemli bir olay olduğu için söyledim ama aslında genelleştirilebilir. Hiç bir şeyi böyle yürütemeyiz.

 

İkinci konu farklı; apaçık bir şey var ki, insan sağlığı tam da bir "bireysel mal" değildir. Yani "kişi sağlığından sorumludur, parayı verirse sağlığı iyi olur, bundan topluma ne? Kişinin elmayı yemeyi isteyip istememesi gibi bir şeydir" diyemeyiz. Çünkü kişinin sağlığının bozulmasının toplumsal etkileri de var. Hele salgın hastalıklar söz konusu olduğunda kesinlikle var. O yüzden bu işlere "karma mal" gibi bakmak gerekli. Öyle de bakılıyor da zaten. Dünyada her yerde, kamu bir derecede insan sağılığına karışır, yardım eder, destek verir. Bu ABD'de de böyle. Fakat AIDS sorununda da görüldüğü gibi, sorunun çözümünün bazen küresel düzeyde olması gerekiyor. Çünkü sorun çok büyük, çok yaygın, her yere sıçrayabiliyor, kitlesel ölümlere yol açabiliyor. Irak'ta kitle imha silahlarını bulamadılar ama AIDS'in bir yerlerde var olduğu açık. Öyle olunca da iki şeyi birden kollamak lazım. Bu alandaki araştırmaların devamını sağlayacak bir olanak olmalı. Yani bir özendirme olmalı. Parasal özendirme olmalı, araştırmacılara kaynak vereceksiniz ki onlar araştırma yapsınlar.

 

Sorunun toplumsal yönünü görmezlikten gelemeyiz. Bunun maliyetini üstlenmeyi hasta olmayanların da bölüşmesi lazım. Henüz bu noktadan çok uzağız. Öyle bir mekanizma kurulması lazım ki, hem ilaç şirketleri kâr etsinler, hem de hastalara, hele böyle kritik hastalıklarda, makul fiyatlara, hatta ucuza ilaç ulaşsın. Bu yeni bir kaynak dağıtım mekanizmasının tasarımını gerektiriyor. Yeni derken hiç bilinmeyen bir şey demek istemiyorum. Ulusal düzeydeki sağlık sigortasını küresel hale getirmek söz konusu. Dolayısıyla Afrika'daki hastanın sağlığının korunabilmesi için Amerikalının, Avrupalının, bizim katkıda bulunmamız lazım.

 

ÖM: Çok boyutlu ve aslında göründüğünden daha önemli zorlukları da içeren bir mesele ile karşı karşıyayız aslında.

 

HE: Bir anlamda çok basit. Uluslararası işbirliği sağlayacak mıyız, sağlamayacak mıyız? Sağlamadığımız zaman tsunami kaç kişiyi öldürdü? Sağlansaydı az bir yatırımla kaç kişinin yaşamı kurtarılacaktı? Bu konuda işbirliği sağlanırsa kaç yaşam kazandırılabilir? Ama olmadı, olamıyor.

 

ÖM: Tsunami özel örneğinde şu da var, mercan kayalıklarının ve bütün o bölgeye özgü bitki örtüsünün, ekonomik amaçlarla ya da kirlenme sonucu yok edilmesi de erken uyarı sisteminin olmamasının dışında muazzam arttırıyor yıkımı. Burada da farklı bir gözlüğe ihtiyacımız var anlaşılan.

 

HE: Dünya liderlerini bir füzeye koyup uzaya gönderip, oradan dünyada bir bakmalarını öneriyorum, bunu yaparlarsa bir yığın acayiplik görecekler.

 

ÖM: Ama belki onları orada bıraksak daha kolay ve iyi bir çözüm olabilir!

 

(13 Ocak 2005 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.)